15 Mart 2013 Cuma


3/4 lük Rezi-Dans.. (Açlık Geyiği)


''Bugünlerde komşuları aç yatarken kendileri tok yatanlar, bunca yıl çektikleri vicdan azabından mı, yoksa her gece aç yatanları doyurmanın yorgunluğundan mıdır bilinmez, artık kendileri gibi her gece tok yatanlar ile aynı rezidanslarda birlikte yaşamayı seçiyorlar.. Çünkü biliyorlar ki o rezidanslarda aç yatan yoktur. Zira yine bilinir ki bu evlere -kendi evleri olmalarına rağmen- aç yatanların ödeyemedikleri kiralar kadar aidat ödeyenler, iyi yaşayıp tok yatanlardır. Yaşadığın yerde herkes tok yatıyorsa bizden, sizden olmanın ne önemi vardır..

Bu rezidanslarda bodrumlarında pahalı arabalarına garajları, yorgunluklarından yemek yapamadıkları için gurme restaurantları, gündüz almayı unuttukları için pahalı çanta dükkanları ve yorgunluklarını atmaları için yüzme havuzları vardır. Ve vicdanlarını arındırmaları için girdikleri saunaları..

Dairelerinde özel kahveleri, hiç kesilmeyen internetleri, 10 bin euroluk komodinleri, duvarlarında New York manzaralı fotoğrafları ve bir mahalleyi giydirebilecek oda büyüklüğündeki gardolapları vardır.. Ve kafalarında tok yattıkları düşüncesinin rahatlığı..

Kitaplar ingilizce, bir kısmı Ferrari'sini sanat bilge, hasırlar Afrika'dan, poşet çay ipekten. Dünya görüşleri patronları için Keynesçilik, kendileri için kentsoylu-orta burjuva. Böylece cehennem çemberi kuramı ne ala.. Mimikler Conan O'Brien, espriler Jay Leno'dan, kızlar Gossip Gril'den. Gözlükleri de hepimiz biliyoruz zaten.. Avadanlık bir çift raket ve üç parmaklı bowling topu.. (Geçen yaz Bodrum tatilinden alınan anadolu el dokuması kilimin mantığını bir türlü çözememişimdir..)

Titizdirler, temizdirler, bakımlı ve alımlıdırlar. İlimli, bilimli ve aynı zamanda dikkatlidirler.. İyi dinleyip güzel konuşurlar. Her şeyi düşünürler, klasik dinler, konser dönüşü Chopin ile şarap içerler.. İyi şarapları içerler..

''Ud çalar güzeller acayip güzel bir saba,
Ne duyar, ne de oynar bu yürek kırıktır..
Akmaz kendinden daha rezil bir kaba..''


Diplomalar iyi okullardandır.. İyi hocaları olmuştur ve iyi işleri vardır. Tam gün sigortalıdırlar yani. Çok çalışırlar.. Gece çalışsalar bile gam yemezler, zira her daim masalarında halkın besin sorununu düşünüp planlarken pizzaları vardır. Hem mesai, hem prim alırlar ama yine de yorgundurlar.. Aldırmazlar, yılmazlar.. iradeleri ve idealleri vardır.. Hepsi de tenis oynamayı ve ata binmeyi öğrenecektir.. Ve önümüzdeki bayram tatili Londra'dadır..''


............................... diye yazmaya başladım ki baktım duramıyorum. Daha neler neler  yazdım da, burada yayımlamadım. Kimse alınmasın demiyeceğim.. Birileri alınsın diye yazdım bu yazdıklarımı.. Zira laflarım, kendileri tok yatıp ta açlar için hiçbir şey üretmeyen bilimli, ilimli zenginlere.. Bu tür insanlar da varoşlarda olmuyor ki be kardeşim. Ya rezidans dedikleri saray taklitlerinde yaşıyorlar ya da çok lüküs sitelerde.. Yanından bile geçirtmiyorlar adamı.. Ya bir arkadaşın olacak orada yaşayan ve sana hava yapmak için seni evine çağıracak ya da bir tamirci olacaksın.. Kısacası oraları görmek için hırsız olmanız bile yetmiyor yani..

Neden mi yazdım bu yazıyı?

Geçen mutfakta oturuyorum. Sanırım bir akşam yemeği sonrası yemek masasında sallanıyordum.. Birden mutfaktaki her eşyanın, her paketin, her makinenin, her ambalajın, her aletin kısacası hemen her şeyin yabancı olduğunu farkettim. Bu rahatsız edici durum için lütfen bana ''Rahatsız oluyorsan neden alıyorsun..'' demeyin ve hemen kalkıp mutfağınıza gidin.. Eminim sizin mutfağınızda da aynıları ya da bunlara benzerleri vardır..

Bulaşık makinesinde, fırında, elektirikli şofbende ve kombide, pazardan alınmış kahve fincanlarının altında birinde ''Di va Malaysiya diğerinde Bavaria style P.R.C'' yazıları, masanın üzerindeki bardak altlıklarında  ''%40 Less calorie beer'', deterjanlarda, yerde duran poşetlerde ve market torbalarında, torbalar ve poşetler içindeki alınmış malzemelerde, çakmağımın üzerinde, Samsun sigara pakedimin yan yüzünde ''British American Tobacco'', kalorifer radyatörlerimde, buzdolabının üzerindeki reklam magnetlerinde, ocağımda, kahvemde hatta çayımda, ve hatta mutfak dolabımın tutacağının üzerindeki bir pudink markasının süs eşantiyon anahtarlığında, kremalarda, su ısıtıcısında ve bilimum mutfak robotlarında, masa üzerinde duran metremde ''Sanıy, tape measurement'', saatimde, telefonumda, tepemde yanan lambada ve ampulünde, sigara sardığım kağıtlarda ''France papira'', buzdolabı içindeki ilaçlarda, 5'li bıçak setinde ''Steel knife original'', ptates cipslerinde, bu yazılar notladığım kalemin üzerinde ''Stabilo point88 fine0,4'', balkonda duran pazar arabasında bile ve daha sinir olup bakmayı bıraktığım bir sürü şeyde hep yabancı isimler ve yabancı markalar yazıyordu..

Sonra bozulup balkona çıktım ve biraz hava alayım dedim.. Aşağı baktığımda park etmiş arbalar içinde bir panelvan, üzerinde ''Fresenius Medical Care'' yazılı bir diyaliz servis arabası.. Hemen yanında bir anaokulu servis arabası ve üzerinde ''Pinokyo Çocuk Yuvası'' yazısı.. Az ileride mahallenin bakkalı var.. Ben bu sinir bozucu duruma gülerken iki araba yanaştı bakkalın önüne.. Birinin üzerinde JTI (Japan Tobacco International) diğerinde Marlboro..

Hemen içeri girip anamı aradım ve ''Benim adım Ercan mı sahiden..?'' dedim. Annem durumu anlamadı ve kafa yaptığımı sandı yazık.. Ben gülüyorum diye azarlayıp telefonu kapattı..

Sonra düşündüm uzun süre.. Daha geçenlerde televizyonlarda tamamen kendi yaptığımız uyduyu göndereceğiz diye gurur dolu haberler yapılıyordu. Ben de sevinmiştim bu habere. Sonra bir baktım bizim ekip Çin'de.. Meğer biz sadece yapmışız.. Fırlatmak için Çin gerekiyormuş.. Yahu en azından adı ''Göktürk'' olan bu uyduyu Çin'den fırlatmasaydık be. Garibim İlteriş Kağan'ın bir zamanlar anası ağladı bu milleti Çin işgalinden kurtarmak için. Biz ise bundan 1400 yıl sonra gidip Çinlilere uydumuzu fırlattırdık.. Siz Çinli olsaydınız ne düşünürdünüz..

O haberlerin birinde bir Çinli görmüştüm. Adam sanırım fırlatma ekibindendi ya da bizim ekibi karşılayan Çinli devlet görevlisiydi. Fırlatma anında çok sevindiğini göstermek için zordan ellerini çırpıyordu bizim ekip ile beraber.. Adama birden uyuz oldum ama orada olsak ne diyeceğiz ki adama.. Muhtemelen uyuzluk içimize akar ve orada kalırdı.. Yoksa adamın ne yanıt vereceğini biliyoruz hepimiz..

Kısacası o gece kendimi nasıl hissettim anlatamam, yazıyorum işte.. Karayip Korsanları diye bir film vardır, bilirsiniz.. O sıra filmlerin birinde Uçan Hollandalı adlı bir gemide tutsak kalan ve o geminin bir parçası sayılan Stellan Skarsgård'ın bir tiplemesi vardı. Kendimi aynı onun gibi hisettim o akşam. Her yerini istiridyeler kaplamış ve onlarla bütünleşmiş bir adam gibi. Ve sadece gözlerim açık.. Tüm olan biteni görebilmem için. Paul Valery ''sadece istiridyelerle ahmaklar yapışıp kalırlar..'' der.. Adam haklı. Ben o istiridyeler içinde ahmak gibiydim sanki o gece..





 Bana bunları neden yazıyorsun diyenlere söyleyeyim; bu kabuklular artık tenimden içeri girmeye, hücrelerime, beynime yerleşmeye başladı. Korkarım yakında ne göreceğim, ne duyacağım, ne konuşabileceğim ne de düşünebileceğim.. Ve bu üstümdekiler  o rezidanslarda, saraylarda yaşayan çok bilimli ve çok ilimli zenginlerin pislikleri. Zira onların ürettikleri programlar, planlar ve projeler yüzünden böyleyim.

Bu tür yazıların sonunda herkes esaslı bir son söz bekler. Ben o esaslı sözü bilmem baba. Ben yurdumda milyonlarca insan gibi içinde yaşadığım durumu yazdım. Esaslı sözü söyleme işi çok bilenlerin. Yoksa benim yazılar tamamen duygusal..

Ercan Yaren
15 Mart 2013
ercanyaren.net 

3 Mart 2013 Pazar

Sanat Üzerine Notlar.2

..Bir topluma “Bak bu resim, bak bu heykel, ama güzel bir heykel..” demekle o toplumun sanatsal beğenilerini geliştiremezsiniz. Toplum bunu içselleştirmelidir. Bunun için de toplumun sanatçısı olmalısınız. Sanatçı atölyesi ile halkını ayrı tutmalı bence. Atölyesinde fütursuz, dışarıda halk gibi yaşamalı. Tanıdığım birçok sanatçı halkı, kendini anlamamakla suçluyor. Bu komik geliyor bana. Sanatçı neden üretmek ister ki? Kendini anlamak için mi yoksa kendini anlatmak için mi? Bana göre sanatı daha içerilere götürmeli ve topluma tükettirmeliyiz. Sergi salonları o zaman dolacaktır. Şimdilerde salonlar, açılışlarda sadece bedava şarap içmek isteyenler ile dolu.. Hoş bu aralar sergilerde alkolü de yasakladılar ya..

3 Mart 2013
ercanyaren.net

Sanat Üzerine Notlar.1


..Aslında hala o eskiden yerleşmiş yontu sanatı için “Yasak” kavramı devam etmekte. Birçok düşünceye göre olsa da olur ama olmasa daha iyi olur anlayışı sürüyor. Buna karşın bir yandan da yapılmış bir çalışmaya belli edilmese bile saygı duyulmuyor da değil. Sorun bana göre her zaman söylediğim gibi çağdaş sanatın ülkemizde hala içselleştirilemeyişindedir. Bu ise ülkemize Cumhuriyet döneminde tam hakkıyla yapılmaya başlayan Türk resminin ve buna bağlı olarak heykelin bana göre çocukluk dönemini yaşamadan halkımıza sunulmasından kaynaklanıyor. O dönemlerde Avrupa sanatı o bilindik sanattaki klasik dönemi çoktan aşmıştı. Biz ise yurdumuza klasik dönemi yaşatmadan getirdik. Bu belki de bir zorunluluktu ama sonucunda böyle sorunları da beraberinde getiriyor. Bu da korkarım ülkemiz insanının sanata ayırabildiği yeri daha çok uzun yıllar bulamayacağını gösteriyor…

ercanyaren.net

Kumdan Yansıyan Gerçekler..

25/05/2007 Tarihli Evrensel gazetesinde “Kumdan Direnişler-IRAK” adlı sergi için çıkan haber..
Röportaj : Arda Armutlu

Rölyef sanatçısı Ercan Yaren ile ‘kum gibi’ gördüğü Ortadoğu’yu anlattığı kumdan heykelleri üzerine konuştuk…
Bu yıl 548’incisi düzenlenen Çağlak Festivali’nin en ilgi çeken etkinliklerinden biri, sanatçı Ercan Yaren’in, rölyef çalışmalarını sunduğu sergi oldu. Manisa’nın Akhisar ilçesinde bugün açılan sergiyi ilginç kılan birçok özellik var. Bunların en başında, sergideki tüm çalışmalar için yalnızca kumun kullanılması geliyor. Diğer yanı ise kumdan yaratılan figürlerin Irak’ı anlatması. Kumdan insanlar, kumdan tanklar, kumdan füzeler…
Ercan Yaren, tüm bunları kumları birleştirerek anlatsa da kumdan yansıyan gerçekler, tüm çıplaklığıyla hemen yanı başımızdaki komşumuz Irak’ta yaşananları yeniden bizlere hatırlatıyor. Yaren’in bugün 548. Çağlak Festivali ve Zeytin Şenlikleri kapsamında açılacak olan sergisi, 5 Haziran tarihine kadar Akhisar Zeynelzade Halk Kütüphanesi’nde gezilebilecek.
Sanatçı Ercan Yaren ile rölyef sanatı ve “Kumdan Direnişler Irak” sergisi üzerine konuştuk.
-Sanata, sanatçılığa, heykel ve rölyef sanatına ilginiz nasıl başladı?
Sanata olan ilgim çocukluk yıllarımda başladı. İlk önce resim çizmeye başladım. 1995 yılında işim gereği Rusya’ya gittiğimde boş zamanlarımda müzeleri, tarihi yerleri gezme imkanı buldum. Bir heykeltıraş gelmişti ve orada yaşanan bir dizi tesadüf sonucu bu alanda çalışmaya başladım.
-Nedir rölyef sanatı? Bu sanatı sizin için daha çekici kılan nasıl bir özelliği var?
Rölyef, yüzeyden dışa ya da içe taşıntı ve oyuntulara denir. Rölyef, bana göre heykel ve resmin bütünleşmiş, iç içe geçmiş halidir. Rölyef bu iki sanatı da birbirine bağlayan farklı bir daldır. Rölyefle insanlara birçok şeyin anlatılabileceğini düşünüyorum.
-Bir sanatçı olarak ülkede sanatın durumunu nasıl görüyorsunuz?
Sanatın işleyişi, toplumun içinde bulunduğu durumla doğrudan ilintilidir. Kültürel, siyasal, ekonomik durum ve en önemlisi de düşünce özgürlüğü, sanatı etkiler. Heykel sanatına günümüzde bile belli önyargılarla yaklaşılıyor. Üstelik bu önyargıların, devletin üst düzey yöneticileri tarafından dile getirildiğini gördüğümüzde, tablonun çok iç açıcı olduğunu söylemek zor. Kısaca sanat, ülkemizde çocukluğunu yaşayamamış durumda.
-Kumdan yaptığınız rölyef çalışmalarınızla Irak’ı anlatıyorsunuz. Neden ‘Kumdan Direnişler Irak’?
Kum, bir bütünün parçasıdır. Kum denilince aklıma Ortadoğu geliyor. Çöller, kumun içinden çıkan petrol, insanların doğa koşullarıyla birleştiği bir maddedir. Kum, hem her şeyin ana maddesidir; yani onsuz bir şey olmaz, hem de çok kolay dağılabilen bir şeydir. Zor toplanır ama kolay dağılır. Bugün Ortadoğu’nun, Filistin’in, Lübnan’ın ve özellikle de Irak’ın durumu ortada. Kum gibi görüyorum Ortadoğu’yu ve bu yüzden kum üzerine çalıştım. Irak, bugün işgal altında ve orada başından beri yaşananlar, tüm dünyanın gözleri önünde cereyan ediyor. Bakın, ben kumdan yaptığım çalışmalarda kumun içine tutkal koydum. Birleşsinler diye. Kumun birleşmek için bir kaygısı olmaz ama işgal altındaki insanların birleşmek için çok nedenleri vardır.
-Sanat, genelde güzelliklerin ön plana çıktığı, insanları mutlu edecek, rahatlatacak eserlerin toplamı olarak görülür. Siz, Irak’ı anlatan rölyef çalışmalarınızda yanı başımızdaki bir acıyı, savaşı, acı çeken insanları, işgal altındaki bir toprağı anlatma gereği duydunuz.
Sanatçının toplumsal görevleri vardır. Dünya tarihinde yer etmiş toplumsal gelişmelerin her birinde, sanatın ve sanatçının önemli roller üstlendiğini görüyoruz. Çok güzel bir resim çizebilirsiniz fakat toplumla, halkla hiçbir ilişkisi olmazsa o, sadece çok güzel bir resim olarak kalır. Sanatçının yeteneği, aynı zamanda düşüncesiyle, yaşam tarzıyla, toplumu yorumlama gücüyle birleşmelidir. Yaptığım çalışmayla, Irak’ta akan kanı durduramıyor olabilirim ama sergiyi gezen her insana, yanı başımızdaki komşumuzun yaşadığı acıları ve savaşın kötülüğünü bir kez daha hatırlatıyorum.
-Figürlerin içinde sadece işkence gören, acı çeken insanlar yok. Sanırız en dikkat çeken çalışmalardan birisi de füzeyi birbirlerinin üzerine yıkmaya çalışan iki Iraklı. Neyi anlatmak istediniz burada?
Ortak düşmanları dururken, ortada kanlı bir işgal varken, birbirleriyle savaşan Şiiler, Sünniler, Araplar, Kürtler, Türkmenler var ülkede. Oysa yıllardır o topraklarda yan yana yaşıyorlar ve o toprakların asıl sahipleri onlar. Öyle ya da böyle Amerika gidecek. Bu yüzden sadece direnenleri, acı çeken insanları anlatmadım, direnmeyen ya da işgalde birbirine düşen insanları da yansıttım çalışmalarımda.
-Yine çalışmalarınızda işgalci asker figürü bulunmuyor. Sadece tank ve füzelerle ifade etmişsiniz. Bunun nedeni nedir?
O toprakları sömürmek, uzun vadeli planlarını hayata geçirmek için insanlara akıl almaz işkenceler yapan; tarihi, kültürü yok etmeye çalışan ve bunları fotoğraflayıp anı olarak bırakmak isteyen askerlerin sahip oldukları bir ruhu sanatla nasıl ifade edebileceğimi bulamadım açıkçası. Bir tank, top, füze, silah, sanatta çok şey ifade edebilir ama insanları çırılçıplak soyup üst üste yığan, boğazlarına ip bağlayan, kafasına kukuleta geçirip elektrik verenlere karşılık gelebilecek bir figür yaratamadım; kumdan olsa bile.
Akhisar’ı sanatla besleyelim
-Akhisar kültürel açıdan belli bir zenginliğe sahip olsa da bunun sanat anlamında şehre yansıması yetersiz kalıyor. Neler yapılmalı sizce?
Evet, Akhisar’da sanat hak ettiği bir yerde değil. Bir sanatçının kendini ifade etmesi zor oluyor. Akhisar, zeytinle markalaşmayı düşünen bir şehir ama sanatla bunu düşünmüyor ve bu yöndeki çalışmalar zayıf. Yani sanatçı da zeytini çok iyi bir şekilde tarif edecek figürler yaratabilir ve bunu şehirle bütünleyebilecek çalışmalar yapabilir. Şehrimizde birçok sanatçı var ama dağınık. Bir araya gelebileceğimiz bir sanat evi, kültür merkezi, sanatın şehre yansımasında önemli rol oynayabilir.
-Son olarak Çağlak Festivali hakkındaki düşüncelerinizi almak istiyoruz.
Akhisar’ın en önemli değeridir. Çok iyi ve doğru kullanıldığında, hem şehrin tanıtımı hem de sosyal ve kültürel faaliyetlerin aktarılmasında iyi bir işlevi olacaktır. Bizim sergimizin de bu festivalde kendine yer bulabilmesi, böyle bir festivalin sanatla beslenebileceğinin göstergesidir. Umarım gelecek yıllarda sanat, bu festivalin önemli bir parçası haline gelir..(Manisa/EVRENSEL)

ercanyaren.net

Bir Sivas Masalı..

“17 Şubat 1600 günüydü. Hava o şubatın kirli soğuğu ile daha bir karaydı sanki. Roma denen o bir zamanların uygar şehri, tarihe lanet okutacak bir güne hazırdı artık. Her şey hazırdı ama havanın hazırlığı hala anlaşılamamıştı.
Anlaşılamayan, havanın bu garezi ve kara oluşunun bu güne neden ortak olma isteğiydi. Meydan kalabalıktı. Roma meydanının kalabalığı içinden, üzeri hırpani ama yüzü inançtan sapasağlam bir adam, iki celladın kolları arasında sürüklenerek birazdan yakılacağı alana getiriliyordu. Kalabalık, gelen adama korkuyla bakmaktaydı. Evrende, dünyadan başka gezegenlerinde olduğunu söyleyen bu adam, Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biri olan Giordano Bruno’ dan başkası değildi.  Bu kara kalabalığın korkusu, birazdan diri diri yakılacağını bildiği halde, Bruno’nun gözlerindeki kararlılıktı. Çünkü bu adam son nefesinde bile;
“Ne gördüğüm gerçeği gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”
diyecek kadar cesurdu.
Ölüm kararını duyduğunda bile yargıçlara; “Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz” diyebilen Bruno,  Roma’da,  Campo dei Fiori Meydanında, 17 Şubat 1600 günü, bir kazığa bağlanarak diri diri yakılmıştı. O gün havayı ısıtan tek şey, Bruno’yu kavuran ateşti.”
Bu kara olaydan tam 393 yıl sonra, 2 Temmuz 1993′ te, hem de pırıl pırıl bir günde, insanlık kendini bir kez daha denedi. Bu deneme için yer olarak Anadolu’nun yıllardan beri bu topraklara ozan yetiştirdiği Sivas seçilmişti. Kısacası Bruno gibi aykırı söylemlerin en fazla çıkabileceği nadide yerlerden biri. Aradan geçen bunca yıl, insanlığı geliştirmiş olacak ki, bu deneme tam bir başarıyla sonuçlandı. Meydansa meydan, ateşse ateş, yakılacak kişiyse sürüyle. Bundan güzel bir deneme olamazdı. Sadece yer, zaman ve meydan adları farklıydı.
“Campo dei Fiori Meydanı yerine, hükümet meydanı olsa ne olur sanki.” deyip işe başlandı. Öğle saatlerinde bu deneye yaklaşık 10.000 kişi katılmaya başlamıştı bile. Bu sayı, akşamüzerine doğru yeni katılımcıları ile 20.000 lere ulaştı. Durum böyle olunca denek sayısını fazla tutmak geldi akıllarına. Tek tek uğraşmak yerine topluluğu deneyin içine dahil etmek, sanırım 393 yılda insanlığın ne kadar ileri gidebildiğinin kanıtıydı. Zira 1600′ lerde bu tür deneyleri yapanların, bir festival düzenleyip tüm denekleri aynı yerde toplamak hiç akıllarına gelmemişti. Galileo Galilei ‘nin Bruno ile beraber yanamayışının nedeni bu olsa gerek. Kısacası bizimkiler daha akıllı çıkmıştı. Eski teknolojilerin günde bir tane ürettiği otomobil sayısı, günümüz teknolojisi ile günde 1000 arabaya çıkıyorsa ve çağdaşsak, neden 1 yerine 35 aydın yanmasındı?
Ve artık zamanı gelmişti. Akşamüzeri havanın hafif kararmasının, bu tür bir deneye görsellik açısından çok şey katacağını düşünenler, ilk kibridi yakmıştı. Önce perdeleri tutuştu Madımak Otelinin. Ardından koltukları ve ardından kapıları. Ve ardından her yer 17 Şubat 1600 günü gibi kirlenmeye başladı. Ortalığı bir kara duman aldı. İşler iyi gidiyordu kısacası. Tek bilinmezlik, içerde durumun nasıl olduğuydu. Ama bu bilinmezlik çok sorun olamazdı. Zira bu toptan bir yakma töreniydi ve sonuçları almak için bir iki gün beklemek gerekiyordu. İş büyük olunca, sonuçları da beklemek bir erdemdir. Dışarıda 20. 000 erdemli bu beklemeye çok önceden hazırlanmışlardı zaten.
Bu sorunu da çok çabuk atlatıp, dağıldılar. Geride kara bir hava ve ağır kokular bırakarak. Evlerine gittiler ve yattılar. Uyudular. Uykularında hangi rüyaları gördükleri hala sır gibi saklanır. “İmi timi belirsiz oldular.” derler ya, işte öyle bir şey. Kimileri “Kayboldular” derken, kimileri de o kara ve ağır havanın içlerinde bir yerde dolaştıklarını ve bir gün dönüp geleceklerini söylediler. Babalar, gece masallarına konu ettiler bu deneycileri. Eski “Umacı” masalları, yerini bunlara bırakmıştı artık. Ve bu onları mutlu etti..Ama hala bu işlerinden dolayı ödül alıp, almadıkları tartışılmaktadır.
Sabah olmuştu. Deneyin sonuçları, deney büyük olunca her yayın organından verilmeye başladı. Bir günde 35 kişi yakılmıştı. Masrafsız bir işti. Kimileri 37 dediler. Bu sonradan eklenen 2 kişi aslında deneyin ilk kıvılcımını ateşleyen öncülerden ikisiydi. Kısacası sonuca giremediler ama tarih onları “Deney zayiatı” olarak karanlık sayfalarına aldı. İş başarılmıştı. Dile kolay, bir günde 35 kişi. Bruno’yu yakanlar düşünsündü artık. Roma meydanı katılımcıları o gün bu gün ağlar oldular. Kafalarını taşlara vurup ” Neden bir tane, neden bir tane?” ağlaşırlar. Bir rivayete göre, Irak savaşını bu sebeple başlattıkları söylenir.
Bu masal burada bitmiş görünse de, öyle herkesin beklediği gibi gökten üç elma falan düşmedi.  Ama sabah olduğunda gökten üç elma yerine tam 35 aydın yağmıştı. Ve hala yağdığı söylenir….
İlle de birer elma isteyenlere,
Birinci Elma Aydınlara :
2 Temmuz 1993, 17 Şubat 1600′ e sorar:
— “Neden Bruno’yu yaktıkları gün kara, soğuk ve kirliydin?”
17 Şubat 1600 şöyle yanıt verir:
— ” Sen o gün pırıl pırıldın da, ne oldu dostum? !!”
İkinci Elma meydanlara :
Campo dei Fiori Meydan’ ı bizim Hükümet Meydanına sorar:
—-”Yahu dostum, hala şaşarım. Nasıl becerdiniz bir günde 35 kişiyi yakmayı ?”
Bizim Hükümet Meydanı hala yanıtı düşünmektedir.
Üçüncü Elma gericilere :
Roma’nın gericileri bizim gericilere sormaz, direk söyler :
— “Önünüze bir Elma attılar. Alsanıza !!”
Bizim gericiler yanıt verir :
—”Bir Elmaya kaç kişi yakmamız gerekiyor, hala onu tartışıyoruz. Bitsin alırız..”

Sivas’ ta ve tüm dünyada gericiler tarafından katledilen bu aydın ve bilge insanların anısına….

1 Temmuz 2008
ercanyaren.net

Yurdum, Sanatı ve Onun Televole Kıskacı..


Bir ülkede sanatın hala neden ilerlemediğini ya da gerçek değerini hala neden bulamadığını anlamak için, basına ya da medyaya bakmak yeterlidir. Bu sorunu anlamak için bahsi geçen bu iki oyuncakla bir iki saat oynamak kafidir. Eli yüzü düzgün bir kaç sanat dergisi dışında, diğer basının sayfalarını okuduğumuz zaman, asıl kaygının sanatta yozlaşma değil de, kusacağımız en yakın lavaboyu aramak olduğunu anlamak hiçte zor olmayacaktır. Son 10 yada 15 yıldan bu yana, bu ülkede bazılarının kültür bile dediği ” televole ” iğrençliği, sanatın sahibiymiş gibi gösteriliyor. Kendi deyimleriyle sanat için bu sözde kültürün içinde olmak, sanatçı ya da sanatsever olmak için yetiyor. “Sanat bazı olaylara kılıftır.” sözünü yanlış anlayan, hatta bu yanılgının farkında olmalarına rağmen, hala aymayan bu televole malzemeleri, neye kılıf olduklarının farkında bile değiller. Hizmet ettikleri dünyanın sanat dünyası olduğunu sanan bu çanta içindeki yedek parçalar, hizmeti bırakın nelere zarar verdiklerinin bile farkına varmayacak kadar sanatsal zekadan yoksundurlar.
Yurdum da binlerce insanın sanat için çalıştığını her zaman görmezden gelen ve her zaman yok sayan bu basın, dünyaca ünlü ressamlarımızı, tüm Avrupa’ nın aranılan Türk heykeltraşlarını ya da bir sürü uluslararası sanat festivallerine onur konuğu olarak çağrılan ünlü müzisyenlerimizi nedense hiç hatırlamaz. Ama bunun yanında çok iyi tezgahlanmış saçma sapan bir sürü diziyi sanki kendi kültürümüzmüş gibi her gece izletmeye çalışan yine bu medya ve basındır. Bunlara birde binlerce dolar harcayarak ve büyük sanat olayı gibi göstererek ne kadar komik olduğunu da ıspatlamaktadır. Batıda ki yozlaşma, sanki bizim ülkemizde de şartmış gibi oradaki düzmece yarışmalarıda bu yurda sokmak, işin kaymağı olmuştur. Ülkemde yığınla sorun varken, günlerce kaynana – gelin kavgalarını gösteren televizyonlar, ileride bakalım neleri önümüze koyup sanatı unutturmaya çalışacak. Masa başında günlerce konuşulup tartışılmış, eski kocakarı masallarını senaryolaştırıp kurguladıktan sonra, 6.his, Kalp Gözü, Sırlar dünyası gibi esrarengiz adlarla halkın duygularını bile pazarlayan bu kanallar sanat adına ne yaptılar ? Bilim de boyut kavramı tartışılmayı beklerken ya da heykelde ki 3 boyutun ne anlama geldiğini anlatmak dururken, neden bilmem kaçıncı boyutun senaryosunu yazarlar ? Nedir bu aymazlık ?
Sanattaki gelişmenin, sanatçının ve sanatseverin ne kadar çok bildiği ile gelişeceği gerçeğini bir kenara bırakıp, ne kadar isminin duyulacağına inananların sahiplenmeye çalıştığı bu sanat dünyası ne kadar verimli olabilir ki ? Günümüzde geçerliliğini yitirmeye başladığı ” Sanat, sanatçıya doğuştan gelir, sonradan verilemez. ” söylemi, ne zaman gerçek anlamını bulacaktır ?
Bu sorunları sorguladığımız zaman bu basın, yanıt olarak şunu söyleyebiliyor, “Ünlü sanatçıların özel yaşamları hep merak edilir. Biz de bunu yapıyoruz.”  Düz bakarsak soru ve yanıtında bir sorun gözükmez. Evet, sanat varolduğu günden beri ünlü sanatçıların özel yaşamları merak edilmiştir. Ama merak edilen, bu sanatçıların, sanat için çekildiklerinde nelerden etlilendikleridir. O atölyelerinde neleri düşündükleridir ya da inzivalarıdır. Dali’ nin başına neden ekmek bağladığını merak etmek doğaldır. Çünkü ekmeği başına bağlayan Dali’ dir. Neden hiç yıkanmadığını merak ettiğimiz Michelangelo’ dur. Gerçek sanatçıların özel yaşamlarında ki geriplikler ile verdikleri eserler arasında ki bu uyuşmazlık hayret vericidir.Hayret verici herşey insanda merak uyandırır. Bu merak konusu gerçek sanatçılarda böyleyken, televole ürünü ve sanatçı maskesi altındakilerde farklıdır.Halktan daha iyi düşündüğünü sanan bu ahmak basın, bizim bu sanatçı taklitlerinin birbirlerini neden aldattıklarını merak ettiğimizi sanır. Ya da böyle düşünmemizin doğru olacağını dayatır. Bazen de hangi barda, hangi yemeği, kimi kazıklarken yediğini merak etmemizin daha doğru olacağını söyler. Bu bize yutturmaya çalıştıkları, adınada sanatçı dedikleri zavallıların ne ürettiklerinde nedense hiç bahsetmezler.
“Tam 50 kilo fazlam var.” diyen birinin, 50 kilo verdikten sonra yapacağı sanatın daha mı zarif olacağını düşünelim yani? Yada ”Bilmem hangi bayan boydan kaybetti.” haberinden sonra haber malzemesi bayanın, kısaldığında kısa metrajlı film dalında oskar alacağını mı düşünelim? Sanatta üretmenin boyla ya da kilo ile ilgisi olduğunu düşünürsek Edip Akbayram’ı nereye koymalıyız ? Boy uzunluğu sanat için önemliyse, kısacık boyu ile yıllarca şu yurda fabrika gibi türkü üreten Neşet Ertaş usta basketbolmu oynamalıydı ?
İşlerinden çok,  isimlerin öne çıkmasını erdem sayanların hakim olduğu bir sanat dünyasındayız. Yapılan işlerin hiçbir sanatsal kaygı taşımaması, en büyük kaygımız olmalıyken, isim kaygımızın öne çıkması sanat dediğimiz değeri ne kadar değerlendirir bilinmez. Asıl acı olan ise, bu iğrençlikten gerçek sanatçıların da nasiplenmiş olmasıdır. Bu aymazlığa en önce sanatçıların karşı durması gerekirken, bu karmaşa ve iğrençlik içinde yer almaları, sorunlara çözüm bulmayı güçleştirmektedir. Sanat yapmak dururken, başka işlere dalmak içinden çıkılamayacak, yanıtı olmayacak sorulara iter sanatçıyı.
Her nekadar sanat yurdumda ve dünyada bu durumda olsa bile, yurdumun bir yerlerinde, dünyanın bir yerlerinde, birileri, hiçbir kaygı taşımadan sessizce sanat yapmaya devam ediyor.  Ve inadına edecektir.

5 Temmuz 2007
ercanyaren.net

2 Mart 2013 Cumartesi

Çocuk ve Sanat Eğitimleri Üzerine…


Sanat eğitimi…
Ülkemizde “sanat eğitimi” denildiğinde ilk düşünülen, güzel sanatlar fakültelerinde verilen sanat eğitimleridir. Akademilerde ya da fakültelerde verilen eğitimin aslında “sanatçı” eğitimi olduğu her zaman unutulur. Kısacası “sanat eğitimi” ve “sanatçı eğitimleri” farklı şeylerdir. Daha da tabana inersek bu eğitimin, resim derslerinde resim çizmenin tekniklerinin, müzik derslerinde blok flüt çalmanın ya da edebiyat ve Türkçe derslerinde iyi şiir ya da öykü yazabilmenin formüllerinin öğretildiği düşünürüz. Bu böyle düşünüldüğünde iyi resim çizemeyen bir çocuğun ya da o blok flütü üfleyemeyen birinin “sanat eğitimi kötü gidiyor” izlenimi uyanır. İki dörtlük yazamayan bir çocuğu hemen Namık Kemal ile kıyaslamaya kalkışır, ondan en az Yahya Kemal kadar iyi şiir yazmasını bekleriz. Böyle bir sanat eğitimi anlayışına “çocuklar bile güler” denebilirdi,  ama bu karmaşık konuyu çocuklarımızın anlamasını beklemek daha komik olacaktır. Flütü çalamayan bir çocuğun sanatla arasının kötü olduğu yanılgısı, daha ilkokul yıllarında başlar. Kısacası “sanat eğitimleri” ile “sanatçı eğitimleri” karıştırılmamalı ve birbirlerinden farklı düşünülüp değerlendirilmelidir.
Sanat ve sanatçı eğitimlerinin karıştırılması yargısı doğal olarak sanattan daha ilkokul çağlarında korkmuş ve yılmış olan çocuğu sanatın uzağında bırakacaktır. Küçüklükten beri sevmediği sanatı, büyüdüğünde de sahiplenmeyecek ve ondan uzak duracaktır. Sanat korumacılığına kalkışmayacak ve onu hiçbir zaman aramayacaktır. Sanat tartışmaları geçtiğinde “Ben sanattan anlamam” diyecek hatta o meşhur “Cin Ali” yine imdadına yetişerek onu bile çizemediğini söyleyecektir. Zira ona sanatın çizmek ya da çalmak olduğu öğretilmiştir. “Sanatı üretmiyorsan kullanamazsın” düşüncesiyle yetiştirilen çocuğun ileride böyle davranması doğaldır. Çünkü ona hiçbir zaman sanatında “üretmediği halde, tüketebileceği” gerçeği anlatılmamış, sanatı tüketmesi gerektiği bilinci verilmemiştir. Çağımız felsefesini belirleyen şeyin artık sanat olduğu düşünülürse, böyle bir sorunun çocukların üzerinde ileride nasıl sonuçlar doğuracağını hesaplamak gerekir. Bu sorunun uzantısı olarak günlük yaşayışımızı belirleyen tüm ilişkilerimizin nasıl etkileneceğini daha ileri gidersek ülkeyi nasıl zedeleyeceğini düşünürsek, sorunun boyutlarının ne kadar büyük olduğu anlaşılacaktır. Çocuk yaşta bu bahsettiğimiz sanat eğitimlerinin yanlışlığına kurban giden günümüz yöneticilerinin ve politikacıların sanat adına neler yaptıkları ortadadır. Dikilen bir heykele “ Tükürürüm böyle sanata” diyen, İstanbul Şehir Tiyatrolarına ihale usulü oyuncu alan belediye başkanlarına, bir sergi salonun sadece geçit gibi kullanan Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlarına, sırf “Araplar istemiyor” diye davet edildiğimiz bir halk dansları festivaline sadece erkek dansçılarımızı gönderen kültür bakanlarına şaşmamak gerek.
Yanılgı…
Burada kastettiğimiz olgu çocukları sanatçı yetiştirmenin ötesinde, onları birer “sanat koruyucusu” yapmak için uğraşmadığımızdır. Çocuklarımızı sanatsever ve sanat koruyucuları olarak yetiştirmek için çalışma başlı başına yetmeyecektir. Amaç, bu konuda çalışma yapmakla beraber çocukları ve gençleri çalışmanın içine sokarak sanatın savunucuları yapmak olmalıdır. Ancak böyle bir sorunun giderilmesi, yapılacak olan çalışmalardan ne anladığımıza bağlıdır. Genel anlayışa bakarsak çıkaracağımız sonuç sürekli sergi ziyaretleri, güzel tablolara bakmak, heykelleri izlemek, konser ve dinletileri kaçırmamak, şiirleri çocuklara özüne bakmadan vurgulu okutmayı öğretmek çıkar. İlk bakışta bu saydıklarımızı yapıyor ve yaptırıyor olmak sanatsever bir toplum yaratmak için yetiyor görünebilir. Bunun bir yanılgı olduğunu anlamak için günümüz toplum yaşamına bakmak yeterlidir. Günümüz sanatçı ve sanatsever anlayışının hala tartışılıyor olmasının nedenlerinin altında bekli de bu yanılgı yatar. Bu etkinlikler sosyal etkinlikler olarak değerlendirilir ve bir bakıma doğrudur. Ama sadece bunların yapılmasıyla işlerin düzeleceğini düşünenler eskiden olduğu gibi hala ilkokulda müzik ve resim derslerinde hatta beden eğitimi saatlerinde bile matematik konularını işlemenin, çocuğa daha yararlı olduğunu savunan öğretmenlerin çocukluk dönemlerinde sanat eğitimleri almamış olmalarını sağlayanlardır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur ve hala ayaktadır.
Soruna basit olarak bir kurguyla bakmak gerekirse şöyle bir düşünce üretebiliriz;
Resim -daha büyük uzantısı “sanat”- aslında bir komposizyon oluşturma becerisini gerektirir. Bir tuvaldeki armoni başlı başına bir bütündür ve belli bir düşüncenin ürünüdür. Sadece çizgileri ve desenleri iyi çiziyor olabilmek, bir tablo oluşturmak için yetmez. Sanılanın aksine çizgi ve desen işin en kolay ve en zevkli kısmıdır. Aslında resim çizmek, matematiksel bir zekâyı ve armonileri yakalayabilecek gelişmiş ve dengeli bir ritim duygusunu gerektirir. Yani çizebilmek ve beraberinde bir tuvali biçimlendirmek, önce düşünceyi biçimlendirmekten ve belli bir felsefeyle temellendirmekten geçer. Bu bahsettiğimiz matematiksel zekâ kazanımlarını ve gerekli armoniyi yakalamak için sahip olunması gereken ritim duygusunu böyle anlamak gereklidir. Yoksa bundan 100 yıl sonra bile çocuklarımız resim ve müzik derslerinde matematik işleyeceklerdir. Zira burada kastettiğimiz matematiksel zekâ bu sanat derslerinde verilen matematik dersleriyle kazanılamaz.
Çocuklarda sanatsal bir ruh ve düşünce oluşturulmasının birçok yolu vardır. Ama bu kazanımların en başında gelen “yaratıcılık”, verilmediği zaman yapılacak birçok çalışma işe yaramayacaktır. Yaratıcılığın sadece sanat için gerekli olduğunu düşünmekte bir yanılgıdır. Çocuğumuzun herhangi bir konu üzerinde “yaratı” yeteneğinin ortaya çıkarılmasına çalışmak, üretilen tüm çalışmalara ne kadar saygı duyması ve sahiplenmesi gerçeğini anlaması için gereklidir. Çağdaş eğitim, her çocukta var olan bu yaratıcılık yeteneğini ortaya çıkarmak ve bunu bir biçimde geliştirmek için uğraşmak zorundadır. Bu doğrultudaki bir eğitim ve öğretim sistemi, yetenekleri geliştirmek lehinde hazırlanmış programları yaratarak, çocuklarımızın ve gençlerimizin düşüncelerine daha geniş bir anlayışa sahip olmaları yolunda ışık tutacaktır.
Aydınların görevi…
Şimdiye kadar yazdığımız yazılara bakarsak içinde olduğumuz ve hala sürdürdüğümüz bir sürü yanılgının olduğunu göreceğiz. Her zaman yaptığımız gibi sorunların ileriki yıllara taşınmamasını arzulamak, her yeni yıla girerken aydınların ve sanatçıların “savaşsız ve barış dolu bir dünya diliyorum” söylemiyle örtüşür. İşte asıl büyük yanılgı budur. Bu sorunların ileriki yıllara taşınmamasını “arzu etmek”, yine bu çocuklarımız ve yurdumuz adına en önemli sorunun üzerine yatmaktan başka bir şey olmayacaktır. En hassas konu olan çocuk eğitimlerinde sanatçıların ve aydınların böyle bir arzulama lükslü yoktur. Burada kastettiğimiz “sanatçı-aydın” anlayışı, yarışma programları sunan ünlüler, sabahları kadın programları yapan sözde ses sanatçıları, doğum günlerini ve bilmem kaçıncı nikâhlarını güzelim halkımın önünde, yaptıkları iğrenç programlarda kıyan ve aslında halkımın değerli zamanını kıydıklarını fark etmeyecek kadar geri zekâlı olan, günün anlam ve önemine hatta değerine göre ahkâm kesen ve adlarının önüne “araştırmacı-yazar” diye bir sıfat ekleyen ama aslında araştırdıkları en çok hangi TV’ nin ne kadar para verdiği olan gazeteciler ile karıştırılmamalıdır. Bu bahsettiğimiz aydınımsı karaltılar, konu açıldığında en yurtsever ve en aydın kesilirler ama nedense iş başa düştüğünde yurda dair hiçbir şey kullanmazlar. Bu bağlamda çocuklarımızın ve gençlerimizin üzerine ileriki yıllara hayal kurup rüya görenlerin yazdığı sayfalar dolusu yazıların içinde neden bir kere bile “sanat” kelimesini geçmediğini sorgulamak anlamsızdır. Eski Yunan düşünürü ve filozofu Platon, bundan binlerce yıl önce ünlü “devlet” kitabını yazdığında içine sanat düşüncesini bireyleri yaratıcı kibrine sokacağı ve aklın yolundan uzaklaştıracağı korkusuyla almamıştı. Daha bu düşünce taptazeyken öğrencisi olan Aristo tarafından çürütülmesine karşın günümüzde hala içinde yaşadıkları toplumda sanatı düşünemeyenlerin olması, bizi kaçınılmaz olarak ilkokul çağlarındaki müzik ve resim derslerine götürmelidir. Gerçek sanatçı ve aydınlar, ileriye rüya göreceklerine biran önce içinde bulundukları kâbustan kurtulmalıdırlar.
Yazılarımızdan bir anlam çıkaramayıp bizim bu bahsettiğimiz sorunlara çözüm sunmadığımızı söyleyenler çıkabilir ve çıkıyor da. Yazdığımız ve gündeme getirmeye çalıştığımız sorunlara çözüm bulmak sadece bu yazıları hazırlayan Akhisar-sanat ekibinin işi değildir ama böyle bir görev için kurulmuş ve yola çıkmıştır. Böyle bir oluşum bile, ufakta olsa bir çözüm bulma uğraşısı olarak değerlendirilmeli ve destek görmelidir. Akhisarlı bütün sanatsever ve sanat uğraşanlarını bir araya getirip ortak bir paydada toplamayı düşünmek, böyle bir soruna artık bir yerlerden başlanması gerekliliğini kolaylaştıracaktır. Böyle bir anlayış Akhisar-sanat oluşumunun Akhisar’daki tüm okullar ve kurumlar tarafından sahiplenilmesiyle başarılabilir. Amacımız yıllar sonrasına Akhisar’da sanat adına azda olsa bir yatırım yapabilmektir ve bu amacı çözüm bulmamızı isteyen herkes savunmalı ve korumalıdır. Kendi yaşayanı tarafından sahiplenen ve korunan bu oluşum, ileride çocuklarımızı sanat adına çok daha güzel günlere ve yerlere taşıyacak ve uzantısında birçok sanatsal projenin gerçekleşmesini sağlayacaktır.
Yurdumuz ağır ve zorlu bir dönemden geçmektedir. Bu zorlu ve ağır şartlardan çocuklarımızda payına düşeni almaktadır. Yurtseverlik bilincinin en fazla gerekli olduğu şu günlerde, bizlere tutunacak ve sarılacak sağlam dallar gereklidir. Çocuklarımız bu dalların içinde en sağlamı ve en güvenilir olanlarıdır. Çocuklarımızın akıllarının bağımsızlıklarına ve onların bu düşüncelerini koruma tutarlılıklarına güvenmeliyiz. Bu inancımızı sürdürdükçe tutunacağımız dallar kırılmayacak, inadına kök salacaklardır. Çocuklarımızın o küçücük yürekleri ve o güzel yorumsuz beyinleri, yeniliğe açık ve aydındırlar. Işıkla dolu gözleri ve yıldızlarla dolu ufukları vardır. O yıldızlarıyla bu yurda ışık tutmalarını sağlamak bizim elimizdedir. Zira onların ilerideki karanlığı göremeyecek kadar parlayan gözleri vardır.

1Nisan 2008
ercanyaren.net