15 Mart 2013 Cuma


3/4 lük Rezi-Dans.. (Açlık Geyiği)


''Bugünlerde komşuları aç yatarken kendileri tok yatanlar, bunca yıl çektikleri vicdan azabından mı, yoksa her gece aç yatanları doyurmanın yorgunluğundan mıdır bilinmez, artık kendileri gibi her gece tok yatanlar ile aynı rezidanslarda birlikte yaşamayı seçiyorlar.. Çünkü biliyorlar ki o rezidanslarda aç yatan yoktur. Zira yine bilinir ki bu evlere -kendi evleri olmalarına rağmen- aç yatanların ödeyemedikleri kiralar kadar aidat ödeyenler, iyi yaşayıp tok yatanlardır. Yaşadığın yerde herkes tok yatıyorsa bizden, sizden olmanın ne önemi vardır..

Bu rezidanslarda bodrumlarında pahalı arabalarına garajları, yorgunluklarından yemek yapamadıkları için gurme restaurantları, gündüz almayı unuttukları için pahalı çanta dükkanları ve yorgunluklarını atmaları için yüzme havuzları vardır. Ve vicdanlarını arındırmaları için girdikleri saunaları..

Dairelerinde özel kahveleri, hiç kesilmeyen internetleri, 10 bin euroluk komodinleri, duvarlarında New York manzaralı fotoğrafları ve bir mahalleyi giydirebilecek oda büyüklüğündeki gardolapları vardır.. Ve kafalarında tok yattıkları düşüncesinin rahatlığı..

Kitaplar ingilizce, bir kısmı Ferrari'sini sanat bilge, hasırlar Afrika'dan, poşet çay ipekten. Dünya görüşleri patronları için Keynesçilik, kendileri için kentsoylu-orta burjuva. Böylece cehennem çemberi kuramı ne ala.. Mimikler Conan O'Brien, espriler Jay Leno'dan, kızlar Gossip Gril'den. Gözlükleri de hepimiz biliyoruz zaten.. Avadanlık bir çift raket ve üç parmaklı bowling topu.. (Geçen yaz Bodrum tatilinden alınan anadolu el dokuması kilimin mantığını bir türlü çözememişimdir..)

Titizdirler, temizdirler, bakımlı ve alımlıdırlar. İlimli, bilimli ve aynı zamanda dikkatlidirler.. İyi dinleyip güzel konuşurlar. Her şeyi düşünürler, klasik dinler, konser dönüşü Chopin ile şarap içerler.. İyi şarapları içerler..

''Ud çalar güzeller acayip güzel bir saba,
Ne duyar, ne de oynar bu yürek kırıktır..
Akmaz kendinden daha rezil bir kaba..''


Diplomalar iyi okullardandır.. İyi hocaları olmuştur ve iyi işleri vardır. Tam gün sigortalıdırlar yani. Çok çalışırlar.. Gece çalışsalar bile gam yemezler, zira her daim masalarında halkın besin sorununu düşünüp planlarken pizzaları vardır. Hem mesai, hem prim alırlar ama yine de yorgundurlar.. Aldırmazlar, yılmazlar.. iradeleri ve idealleri vardır.. Hepsi de tenis oynamayı ve ata binmeyi öğrenecektir.. Ve önümüzdeki bayram tatili Londra'dadır..''


............................... diye yazmaya başladım ki baktım duramıyorum. Daha neler neler  yazdım da, burada yayımlamadım. Kimse alınmasın demiyeceğim.. Birileri alınsın diye yazdım bu yazdıklarımı.. Zira laflarım, kendileri tok yatıp ta açlar için hiçbir şey üretmeyen bilimli, ilimli zenginlere.. Bu tür insanlar da varoşlarda olmuyor ki be kardeşim. Ya rezidans dedikleri saray taklitlerinde yaşıyorlar ya da çok lüküs sitelerde.. Yanından bile geçirtmiyorlar adamı.. Ya bir arkadaşın olacak orada yaşayan ve sana hava yapmak için seni evine çağıracak ya da bir tamirci olacaksın.. Kısacası oraları görmek için hırsız olmanız bile yetmiyor yani..

Neden mi yazdım bu yazıyı?

Geçen mutfakta oturuyorum. Sanırım bir akşam yemeği sonrası yemek masasında sallanıyordum.. Birden mutfaktaki her eşyanın, her paketin, her makinenin, her ambalajın, her aletin kısacası hemen her şeyin yabancı olduğunu farkettim. Bu rahatsız edici durum için lütfen bana ''Rahatsız oluyorsan neden alıyorsun..'' demeyin ve hemen kalkıp mutfağınıza gidin.. Eminim sizin mutfağınızda da aynıları ya da bunlara benzerleri vardır..

Bulaşık makinesinde, fırında, elektirikli şofbende ve kombide, pazardan alınmış kahve fincanlarının altında birinde ''Di va Malaysiya diğerinde Bavaria style P.R.C'' yazıları, masanın üzerindeki bardak altlıklarında  ''%40 Less calorie beer'', deterjanlarda, yerde duran poşetlerde ve market torbalarında, torbalar ve poşetler içindeki alınmış malzemelerde, çakmağımın üzerinde, Samsun sigara pakedimin yan yüzünde ''British American Tobacco'', kalorifer radyatörlerimde, buzdolabının üzerindeki reklam magnetlerinde, ocağımda, kahvemde hatta çayımda, ve hatta mutfak dolabımın tutacağının üzerindeki bir pudink markasının süs eşantiyon anahtarlığında, kremalarda, su ısıtıcısında ve bilimum mutfak robotlarında, masa üzerinde duran metremde ''Sanıy, tape measurement'', saatimde, telefonumda, tepemde yanan lambada ve ampulünde, sigara sardığım kağıtlarda ''France papira'', buzdolabı içindeki ilaçlarda, 5'li bıçak setinde ''Steel knife original'', ptates cipslerinde, bu yazılar notladığım kalemin üzerinde ''Stabilo point88 fine0,4'', balkonda duran pazar arabasında bile ve daha sinir olup bakmayı bıraktığım bir sürü şeyde hep yabancı isimler ve yabancı markalar yazıyordu..

Sonra bozulup balkona çıktım ve biraz hava alayım dedim.. Aşağı baktığımda park etmiş arbalar içinde bir panelvan, üzerinde ''Fresenius Medical Care'' yazılı bir diyaliz servis arabası.. Hemen yanında bir anaokulu servis arabası ve üzerinde ''Pinokyo Çocuk Yuvası'' yazısı.. Az ileride mahallenin bakkalı var.. Ben bu sinir bozucu duruma gülerken iki araba yanaştı bakkalın önüne.. Birinin üzerinde JTI (Japan Tobacco International) diğerinde Marlboro..

Hemen içeri girip anamı aradım ve ''Benim adım Ercan mı sahiden..?'' dedim. Annem durumu anlamadı ve kafa yaptığımı sandı yazık.. Ben gülüyorum diye azarlayıp telefonu kapattı..

Sonra düşündüm uzun süre.. Daha geçenlerde televizyonlarda tamamen kendi yaptığımız uyduyu göndereceğiz diye gurur dolu haberler yapılıyordu. Ben de sevinmiştim bu habere. Sonra bir baktım bizim ekip Çin'de.. Meğer biz sadece yapmışız.. Fırlatmak için Çin gerekiyormuş.. Yahu en azından adı ''Göktürk'' olan bu uyduyu Çin'den fırlatmasaydık be. Garibim İlteriş Kağan'ın bir zamanlar anası ağladı bu milleti Çin işgalinden kurtarmak için. Biz ise bundan 1400 yıl sonra gidip Çinlilere uydumuzu fırlattırdık.. Siz Çinli olsaydınız ne düşünürdünüz..

O haberlerin birinde bir Çinli görmüştüm. Adam sanırım fırlatma ekibindendi ya da bizim ekibi karşılayan Çinli devlet görevlisiydi. Fırlatma anında çok sevindiğini göstermek için zordan ellerini çırpıyordu bizim ekip ile beraber.. Adama birden uyuz oldum ama orada olsak ne diyeceğiz ki adama.. Muhtemelen uyuzluk içimize akar ve orada kalırdı.. Yoksa adamın ne yanıt vereceğini biliyoruz hepimiz..

Kısacası o gece kendimi nasıl hissettim anlatamam, yazıyorum işte.. Karayip Korsanları diye bir film vardır, bilirsiniz.. O sıra filmlerin birinde Uçan Hollandalı adlı bir gemide tutsak kalan ve o geminin bir parçası sayılan Stellan Skarsgård'ın bir tiplemesi vardı. Kendimi aynı onun gibi hisettim o akşam. Her yerini istiridyeler kaplamış ve onlarla bütünleşmiş bir adam gibi. Ve sadece gözlerim açık.. Tüm olan biteni görebilmem için. Paul Valery ''sadece istiridyelerle ahmaklar yapışıp kalırlar..'' der.. Adam haklı. Ben o istiridyeler içinde ahmak gibiydim sanki o gece..





 Bana bunları neden yazıyorsun diyenlere söyleyeyim; bu kabuklular artık tenimden içeri girmeye, hücrelerime, beynime yerleşmeye başladı. Korkarım yakında ne göreceğim, ne duyacağım, ne konuşabileceğim ne de düşünebileceğim.. Ve bu üstümdekiler  o rezidanslarda, saraylarda yaşayan çok bilimli ve çok ilimli zenginlerin pislikleri. Zira onların ürettikleri programlar, planlar ve projeler yüzünden böyleyim.

Bu tür yazıların sonunda herkes esaslı bir son söz bekler. Ben o esaslı sözü bilmem baba. Ben yurdumda milyonlarca insan gibi içinde yaşadığım durumu yazdım. Esaslı sözü söyleme işi çok bilenlerin. Yoksa benim yazılar tamamen duygusal..

Ercan Yaren
15 Mart 2013
ercanyaren.net 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder